Lugano’dan çıkıp Milano’ya doğru harekat ediyoruz. Ancak buraya gelmişken como gölünü görmeden gitmek olmaz deyip bir müddet Lugano gölü kıyısında yol alıyoruz. Karnımız acıkınca durup gölün kıyısında bir nevi piknik kuruyoruz. Bu arada aracın plakasını görüp heyecanla yanımıza gelen iki kişiyle bir müddet sohbet ediyoruz. Burada otelde çalışıyorlar. Kendi dillerinde en azından bildikleri dilden ama illa ki aynı kültürden insanları görmek çok mutlu ediyor onları. Memleket hasretini hissediyoruz yüzlerinde.
Dar ve sarp yollardan oluşan bu güzergah da ki manzara mest ediyor insanı. Sağımızda masmavi göl solumuzda yeşilin her tonuyla dağlar ormanlar ovalar tepeler. Seyrine doyamadan Como’ya varıyoruz.
Arabayı park edip dışarıya çıktığımızda bunaltıcı bir sıcakla karşılaşıyoruz. Ancak Alp dağları eteğinde muhteşem manzarası ile Como gölünü görünce sıcağı unutuyoruz bir an. Fotoğraf makinesinin sarjı yok buna hayıflanıyoruz. Ama bu doğa harikası gölü ve çevresini hiç bir fotoğraf karesi gözlerimizle gördüğümüz gibi güzel yansıtamaz.
Göl kenarında biraz yürüyüp yoruldukça banklarda oturup manzarayı seyredip dinleniyoruz
Como gölü etrafında kurulup gelişen Como şehri beklediğimizden daha büyük caddeler kalabalık evler şaşırtıcı derecede lüks. Marinası ile bodrumu andırıyor. Ancak biz bir kaç saat gezip Milano’ya doğru harekat ediyoruz.
Bir saatlik bir yolculuktan sonra Milano’ya varıp doğru otele gidiyoruz.
Aracı otelin otoparkına park edersek otopark ücreti vermemiz gerektiğini söylüyorlar ancak rezervasyonda free olduğunu belirtmişlerdi. Kısa süren bir tartışmadan sonra haklı olduğumuzu kabul ettiler. Otele yerleşip duş aldıktan sonra metroya binip duomo meydanına bir aktarmadan sonra kısa sürede ulaşıyoruz. Metrodan çıktığımızda daha önce fotograflardan gördüğümüz Duomo Katedrali tüm ihtişamıyla karşımıza çıkıyor.
Yapımına 13.yy da başlanıp 19.yy tamamlanan gotik tarzı bu devasa katedral üzerindeki kuleleri ve binlerce heykeliyle görülmeye değer.
Katedralin adını aldığı meydan her milletten cıvıl cıvıl insanlarla hoş bir atmosfer yaratıyor.
Katedral ziyaretçilere açık özel bölümler hariç ücretsiz. Ama biz dışını daha ilginç bulduğumuzdan pas geçip çevresinde turluyoruz.
Douma Katedralinin hemen yanında yine ünü ülke dışına çıkan ve mimarisiyle büyüleyen Galleria Vittorio Emanuele II isimli bir alış veriş merkezi.
Tavanı camla kaplı devasa bir pasajı andıran yerin, zemininde rengarenk mozaikler var. En ünlü markaların yer aldığı mağazalar, alışveriş tutkunları için adeta bir cennet. Biz daha çok yapının güzelliğine odaklanıyoruz.
Galleria dan, ünlü La scala tiyatrosu ve Leonardo Da Vinci’nin heykelinin bulunduğu alana çıkıyoruz. Milano denince Leonardo da Vinci’nin Son Akşam Yemeği tablosu akıllara gelir. Dominiken Santa Maria della Gracia kilisesindeki yemekhane duvarında asılı bu tablo UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ndeymiş.
Milano İtalya’nın Roma’dan sonra en büyük kenti ancak diğer İtalyan şehirlerine nazaran tarihi ve sanat eserleri ile değil daha çok moda ve tasarımın merkezi olarak anılıyor. 4, 5 katlı tarihi binaları dar ve tertemiz sokakları düzenli trafiği ilk başta göze çarpıyor.
İtalya denince akla hemen pizza ve spagetti geliyor tatmamak olmaz. Bizde Piazza Del Duomo Meydanı yakınlarında güzel bir restaurantta spagetti yiyerek gezimizi sonlandırıyoruz. Yorgunluğa sıcak da eklenince artık gezmek işkence halini alıyor. Metroyla tekrar Otele dönüyoruz. Yalnız Metro hatlarında giden trenler çok eski istasyonlardan geçerken sanki hapishaneye giriyoruz hissine kapılıyoruz. Prag metrosunda turnike bile olmadığını düşünürsek bu kadar tedbir şaşırtıyor bizi.